8 Ağustos 2016 Pazartesi

Siyah Trombon





Rehavet, ukalalık, utanmışlık ve zehir...
Hayatın çorba olmasına neden olan ama bir türlü o çorbadan bir yudum dahi alamadığımız klişeler bunlar.
Dostum biliyor musun? Hayatında her ne yapıyorsan mutlu değilsen yaşamıyorsun demektir.
Sence sadece nefes aldığım için ya da kalp atışlarım olduğu için yaşıyor muyum?
Ben nefes alan bir ölü müyüm yoksa ölmekte olan bir kalp çarpıntısı mıyım?

İçimdeki rehavet duygusunu köreltebildiğim her gün biraz daha fazla yaşıyorum ben. Sevgisizlik, kimsesizlik, doğranmışlık ve terk edilmişlik duygularını bir kenara bırakıp, hayat denilen olgunun saçmalığı içerisinde karanlıktan aydınlığa uzanan bir tren vagonunun hiç ışık almayan o köşesinde yalnız ve mağrurlaştırılmış bir biçimde ölüme doğru sürükleniyorum. Nereden geçtiğini bilmediğim, duraklarında durmadığım, kendimi rayının yönüne bıraktığım hayatta ölülerden tek farkımız nefes almak değil midir?

Başkalarının çizdiği ve keçeli kalemlerle haritalara çizgiler çektikleri hayatı yaşadığın için çok mu mutlusun? İçine çektiğin nefes zerresinde bile başkalarının anıları ve "ah" ları varken nedendir bu ukalalık duygusu?
Hayatta dinlediğin müziğin bile verdiği hazzı dakikalarca yaşayıp sonra yenisini arıyorsan yaşıyor musundur? Sen hangi hayallerinde bir müziği düşlüyorsun ya da hangi müzikle gözlerinde hayallerin canlanıyor. Sen yaşıyor musun?

O kara bulutlu günlerde yağan yağmurda neden hep şemsiye açar oldun ki şimdi? Yağmur damlalarıyla sevişmenin verdiği mutluluktan neden kaçıyorsun?

Sevmekten ve sevilmekten korkan mı, yoksa zehriyle masumların kalplerine terk edilme duygusunu kamçılayanlar mıdır suçlu?

Hayatta her zorluğa karşı dimdik ayakta durmayı kendine görev bilmiş cesaret aforizmaları mıdır haklı olan, yoksa her zorlukta sırtını daha güçlü olana dayayan mıdır masum olan?

Sen bunları bir düşün de, ben sana söyleyeyim...

Uzun zamandır içimdeki utanmışlık duygusunu bir kenara bırakmaya çalışıyorum, hayatın beni dönüştürdüğü canavardan kurtulmaya çalışıyorum. Yaptığım, yapacağım ve başarabildiğim tüm saçma şeylerden kendimi sıyırmaya çalışıyorum. Geldiğim, geçmekte olduğum ve geçeceğim bu diyardan kurtulmaya çabalıyorum. Dönüştüğüm canavarın içime kattığı gücü dağlarda, ovalarda, dolunayda haykırıp kolu kanadı kırılmış olanları gözlerimle görmezden geliyorum.

Sevginin zerresini bile tüketmiş olarak hisseden bu beden, yarınlara umutla bakmakta zorlanır olmuş artık. Trenimin vagonunda o ıssız ve soğuk köşede yalnız başına oturmaktan bile şikayetçi olmuyorum artık.

İşte tam da o anda yeşil ışıklar beliriyor gökyüzünde, yıldızlar göz kırpıyor bu gece...

Yine oluyor, yine içimdeki notalar "Do" dan "La" ya doğru dönüyor.
Kaybettiğimi sandığım güneşim ve yıldızlarım yine dolunaydan sonraki sabahta ortaya çıkıyor.
Üzerinden geçmeye korktuğum o tahta köprü artık ezberlediğim yolum oluyor.
Kendimi kaybettiğim trende raylar benim elime geçiyor.
Zorluklarımda sığındığım Tanrı'm elimden tutuyor, bir damla göz yaşı veriyor, biraz gülümsüyor ve izlemeye devam ediyor.

Sevgi'nin, yaşamın ve dengenin manasını bulamadığım bu hengamede küçük gülümsemelerle tutunmaya çalışıyorum bu hayat ağacına.

"Bir gün eğer gözlerimi açmıyorsam bilin ki geri dönmek istemediğim içindir"